
Uluslararası Uslüp ya da Uluslararası Modernizm (international style), 1920-1935 ve 1945-1965 yılları arası olmak üzere ikinci dünya savaşı öncesi ve sonrasında Dünya genelinde pek çok ülkede aynı anda etkili olmuş bir mimari dönemdir. İsmini bu uluslararası popülerliğinden almıştır. Serbest plan eksenli mimarlık anlayışı ve işlevselci estetiğin öne çıktığı uluslararası uslübun en önemli mimarlarından bir kaçı Mies van der Rohe, Walter Gropius ve Le Corbusier idi.

1920'lerin sonunda bir çok mimar, 20. yy tasarımlarında ilerici ve yeni olanın sembolü haline gelen bir yapım yöntemi geliştirmişti. Modern iletişim araçları sayesinde bu inşaat biçimi uluslararası bir nitelik kazandı. 1930'ların sonunda faşist milliyetçiliğin öne çıkmasıyla uluslararası uslüp II. Dünya Savaşı sonuna dek terk edildi ve savaş sonrası tekrar, daha tanınır bir şekilde, çok katlı ofis binaları ve toplu konutları kapsayan büyük ölçekli projelerle yaygınlık kazandı.

"Uluslararası Uslüp" teriminin bilinen en erken kullanımı 1932'de, yazar Henry Russell Hitchcock ve mimar Philip Johnson 'ın New York'taki Modern Sanat Müzesi'nde (MoMA) Uluslararası Modern Mimarlık Sergisi'nin küratörlüğünü yaptığı dönemde olmuştur. Sergiyi desteklemek amacıyla çıkardıkları kitaba Uluslararası Uslüp adını vermişlerdi.
Uluslararası Modern Mimarlık Sergisi, 1920'lerin öne çıkan binalarından maket örnekler içeriyordu: Le Corbusier'nin Fransa'da tasarladığı villalar, Walter Gropius tasarımı Alman Bauhaus, J. J. P. Oud'un Hollanda'daki konutları, Erich Mendelson ile Mies van der Rohe'nin binaları.

Beton, çelik ve cam kullanımı, süslemenin reddi, asimetri ve malzemeye sadakat Uluslararası Uslübün temel ayırt edici özelliklerdendi. Uluslararası Uslüp binaları kütle yerine daha çok hacme önem veriyordu. Başka bir deyişle, kalın taşıyıcı duvarları reddederek binalar hafiflik ve şeffaflık hissi veriyor, bir şatonun masif özelliklerinden apayrı duruyordu. Bu gibi nedenlerden dolayı uluslararası uslüp, kendinden önceki tüm mimari akımların anti tezi niteliğindeydi.
Bu hafiflik ve şeffaflık niteliği özellikle güçlüydü. Mimarlar çelik ve beton strüktürlerin pilotiler (taşıyıcı kolonlar) üzerine oturtularak yerin üstünde tutulabilmesi ve konsollu yapıların üst katları havada uçuyormuş gibi gösterebilmesi imkanından yararlandı. Geniş pencereler de bu etkiyi pekiştiriyordu.

1950'lerden itibaren ofis binalarının zemin katları duvarlar olmadan, sadece cam ve taşıyıcı kolonlarla inşa edilmeye başlandı. Bu teknik, 50 katlı gökdelenlerin yerin üzerinde süzülüyormuş gibi gözükmesine yol açıyordu. Zemin katlar, uluslararası mimarinin sadece taşıyıcı kolonlara sahip, açık, yürünebilir alan temasına uyuyordu.

1950 ve 60'larda mimarların amacı fonskiyonları belli binalar yaratmak ve belli bir materyal paleti kullanmaktı. Hatta, 1960'lardan itibaren daha önce binanın içine gizlenen fonksiyonel yapı malzemeleri binanın dışında kullanılmaya başlandı. Bu daha sonra High Tech denen mimariye evrildi. Bazı binaların çizgileri kalınlaşmaya başladı, brütalizm öne çıktı. 1970'lerden itibaren postmodern mimarinin ortaya çıkmasıyla modern mimari popülerliğini yitirmeye başladı.

1920'lerden 1970'lere kadar süregelen mimarideki ciddilik, tek düzelik ve tek renklilik yerini eğlenceli, renkli ve tarihselciliğe bırakmaya başladı. Gri binalar yerine binayı öne çıkaran renkli binalar, düz taşıyıcı kolonlar yerine klasik dönemden esinlenilmiş sütunlar, tek düze cepheler yerine çok parçalı ve materyalli cepheler belirmeye başladı. Bu şekilde uluslararası uslüp zamanla popülerliğini yitirdi.
Kaynakça:
- Binalar Nasıl Okunur
- How to Read Modern Buildings
- 50 Mimarlık Fikri
0 Yorum